ütün herşeyin ortalama yaşanıp durgunlaştığı zamanlarda, pırıl pırıl güneşler vaadettin sen Amerika, kuyuların içine saklanmış, dipsiz kuyuların.
Deliydin çünkü. Sağlıksızlığın çığ gibi büyüdüğü bakışlarına sığdırdın tekinsiz kuyuları.
Durgundu bakışların oysa, medeniydi... İçinden dışına çıkamayan hüzünlerin ancak gülümsemenden fışkırırdı. Beyaz-protestan-erkek gücünün kabullenemediği hüzünlerin gizlenmeliydi, ama yapamadın. İçindeki seni yok etmek isterdin, bütün kırılganlığınla, ama izin vermezdik. Seni severdik, senin hiç sevmediğin kadar. Bilmez, sakınırdın, korkardın. Bizden neden korkardın? Bilemezdik. Belki de biz “Öteki”ydik.
O evsiz adama sordum seni. Günler ve geceler boyu küçücük yazısıyla yağmur altında durmaksızın yazdığı ıslak sayfalarını, yeniden-dönüşüm-çöp kutusundan çıkardığı pembe plastik kaba sığdırmıştı. Kargacık-burgacık, ha-babam yazıyor da yazıyordu. Sen o kargacık-burgacık yazıydın, ama çözülmesi çok kolay olduğun için bunca zordun aslında. Sen sadece yeniden-dönüştürülmüş bir deliydin. Beyaz-protestan-erkek kılınmış bir deli.
Biz ise çözülemeyecek kadar karmaşıktık. Yabancıydık. Çözülemez hale getirmiştik kendimizi. Erimişti özneliğimiz sana bakan gözlerimizde, eylemi özleyen izleyici gözlerimizde… Dar zamanları yakalamaya çalışırdık. Eriyip-gitmekten korkarak. Sana bakardık, akıp-giderdik… Yağmur altında duramazdık biz. Kendimizle buluşamazdık, kaçardık. Kaçıp sana bakardık. Senden medet umardık. Baktıkça daha da yakalanırdık delirmiş gözlerine senin.
Öylece bakardın. Utanç vericiydik, gözlerinde okurduk.
Bakar-dın. Bak-ar.
Ve bu ar, bizi hapsetti karanlık kuyulara. Neden bizi çekmedin kuyulara sakladığın güneşlere? Neden deliliği yalnızca bir vaat olarak taşıdın gözlerinde?
Ortasınıf bir masa örtüsünün boncukları kadar marjinal... Keten örtünün üzerinde büyüyen şarap lekesisin sen. Boncukları yuttu işten sonra happy hours’da içilen şarabın lekesi. Bırak güneş içeri girsin mi? Ama deliliğinin güneşli vaatleri yok oldu işte artık! Keten masaörtüsüne sıkışıverdiler, görmüyor musun? Senin kent çeperlerin yedi onları, haberin yok! Boncukların ışıltısına dönüştün sen vahşi karanlık kuyulardan çıkıp, haberin yok! Canım sıkılıyor bu ülkede. Haberin yok! Çok sıkıcı oldu herşey, senin kuyulardan çıkan güneşlerin de solunca! Kent çeperleri gibi, kuyular karanlık, dipsiz, sakin bakışların medeni çalışkan sükunetle dolu. Sokaktan korkan gözlerinin gizli deli güneşleri, bilinmezliklerden kaçınan güvenlikli kent çeperlerinin kameralarında eriyor yavaş yavaş... Sen yalnızca düzgün yaşamı sevdin. Sen yalnızca öngörülebilir olanı, ayakta duranı... Ayakları yere basmayan deli-güneşli-dipsiz kuyularını bu yüzden korkunç buldun, Bu yüzden kendinden nefret ettin. O sevilesi güneşli korkunç kuyularından. Safçasına deliliği parlatan kuyulardan. O yüzden bizden nefret ettin. Yok ettiğin güneşlerinin hesabını soran bakışlarımızdan. Şimdi onların ateşinde eriyiverdin işte, bakışlarımızın ateşinde. Talepkar, meraklı, öfkeli, hesap soran, sorgulayan yabancı bakışlar…
Şimdi sen kuyusuz, boncuksuz, şarapsız... Mavi, masmavi bir hüzün. Hüzünlü bir sükunet, çalışkan sükunet.
Uzaklaştıkça içine çeken. Ar’dan mükellef, kocaman bir hüzün.
Kaçılamayan, kaçamadığın. Kaçamadığım.
Yapayalnızlığımız şimdi bu ülkesizlikte!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder