
Erkek arkadaşım odayı tutma işlemleriyle uğraşırken birden bizim gibi beyazın içinde hareket eden minik bir renk dikkatimi çekti: saydam bir kavanozun içinde tek başına yüzen turuncu bir balık. Mekândaki tek renkli dekor işlevi gören balığa sevgi gösterdim:” Aaa! Bir balık! Ama bu tek başına burada sıkılır!” Resepsiyondaki görevli kız güzelim gülümsemesiyle aydınlattı yüzünü bana cevap verirken: “Onlar tek başlarına yaşamayı seviyorlar, ikinci bir balık istemiyorlar yanlarında efendim!” O bunu söylerken fark ettim: tezgâhın üzerinde her görevlinin önünde birer kavanoz, her kavanozun içinde birer turuncu balık vardı. Minimalist dekoru mükemmel şekilde tamamlıyordu balıklar. Saydam kavanozlarının içindeki sınırlı alanda yüzerek dekora bir renk ve canlılık katıyorlardı, minimalizmin dinginlik sınırlarının dışına taşmadan. Mekândaki beyaz renge eşlik eden müzik de aynı balıklar gibiydi: dingin, huzurlu ama yine de etnik renkli. Biraz içim daralır gibi oldu bu kadar “dingin renklilik”ten, ama odaya girdiğimizde bunaltı yerini iç ferahlığına bıraktı. Odada da her şey beyazdı, aydınlıktı. Pencereden havuz, havuzu çevreleyen ağaçlar ve ağaç dallarının gerisinden de deniz görünüyor, ışıltılı bir mavi/yeşili beyaza katıyorlardı. Pencereden uzun uzun, uzakta parıldayan denize baktık. Huzur sarmalamaya başladı bizi de yavaş yavaş.
“Deli kadını tatil ayağına akıl hastanesine yatırayım da biraz huzur bulsun diyorsun ha?” diyerek sarıldım ona.
“Ne?” dedi, şaşkın.
Ben “her şey beyaz! Fazlasıyla huzurlu burası, onu diyordum” dedim.
“Beğenmedin mi?” dedi,
“Hiç olur mu, çok beğendim, iyi ki gelmişiz, şimdiden huzur buldum” dedim.
“Ben de” dedi.
O esnada gördüm o hareketli küçük turuncu noktayı: beyaz komodinin üzerinde minik kavanozunda yüzen turuncu bir küçük balık, bize bakıyordu. Resepsiyondayken bana itici gelen bu kavanozdaki balık fikri, burada karşılaşınca birden içimde şefkat ve mutluluk uyandırmıştı: bizim odamızda, bize emanet edilmiş, her hareketimizi izleyen bir küçük balık. Balığın kavanozunun yanına konmuş not, bu minik yaratığın kırılganlığını vurguluyor, içimi daha da şefkat ve sorumluluk duygularıyla dolduruyordu: “Lütfen balığa cips, ekmek gibi yiyecekler vermeyin, otel personeli balıkları beslemektedir”.
“Ne manyaklar var? Balığı cipsle beslemeye mi kalkıyor insanlar?” dedim.
“İnsanlar iyilik olsun diye veriyorlardır, balıklar da hastalanıyordur tabii” dedi.
Sonra giyindik, denize indik.
***
“Ben bu odada çok zor uyanıyorum ya!”
“Beyaz da ondan!”
“Evet, bir türlü hayata geçemiyorum.”
“Söylenme”
“Yok söylenmiyorum. N’aber?”
“İyi... Harika uyudum!”
“Evet... Ne? Saat dokuz buçuk olmuş! Kalk kalk! Kahvaltıyı kaçıracağız!”
“Olmaz birşeeey! Şöyle tembellik edelim biraz...”
Sırtım tutulmuştu. Dikildim yatağın içinde. Birtakım tuhaf hareketler yaparak eğilip-bükülürken birden karşımdaki turuncu noktanın hareketsizliğini fark ettim. Yüzmüyordu, ters dönmüştü.
“Aaaa! Balık! Ters yüzüyor!”
Kalkıp baktı. Bir süre sessiz kaldı. Sonra kalkıp yanına gitti. Kavanozu sallamaya başladı. “Hastalandı galiba” dedi. Ben panikledim. “Dur bakayım... Evet, bak! Kavanozu sallayınca yüzgeçleri kıpırdıyor sanki! Hemen arayalım resepsiyonu, götürsünler veterinere!” dedim. Telefona çıkan memur kadına durumu özetlemeye çalıştım, elimden geldiğince:
“201’den arıyorum. Odamızdaki balık bir tuhaflaştı, galiba hastalandı. Veterineriniz vardır herhalde değil mi? Balığı göstermek lazım” dedim. Kadın sakin ve kendinden emin bir sesle karşılık verdi “Anlıyorum efendim. Hemen arkadaşlara söyleyeyim, gelip alsınlar balığı. Yerine yeni balık göndermemi ister misiniz acaba odanıza efendim?” Ben afalladım ve “Yeni balık mı? Iımmm. Bilmiyorum. Bunu ne yapacaksınız? Göstereceksiniz değil mi bir veterinere? Hastalandı bu” dedim. Kadın “anlıyorum efendim. Biz onunla ilgileneceğiz. Siz yeni balık istiyor musunuz?” diye sordu yeniden. “Yeni balık... Siz şimdi bunu alması için acele birini gönderin öncelikle lütfen, balığın acilen veterinere gitmesi gerekiyor!” dedim biraz sinirli çıkmaya başlayan sesimle. Kadın “hemen gönderiyorum efendim” dedi. Telefonu kapattık.
“Yeni balık diye tutturdu kadın! Gelirler inşallah hemen!” dedim.
Beklemeye başladık, arada balığın durumunu kontrol etmeye çalışarak.
“Ne tuhaf hayvanlar! Ölü mü değil mi anlamıyorsun bile! Ne yapmalı?” dedim. Arkadaşım
“Gelirler şimdi, sakin ol” dedi. Sonunda bana “Hadi sen duşa gir de hazırlan, ben buradayım nasılsa, ben veririm balığı” dedi. Duşa girdim. Çıktım. Saçımı kuruttum. Banyodan çıkıp “geldiler mi?” dedim, balığın kavanozuna doğru bakarak. Hayır, henüz gelmemişlerdi, balık, kavanozunun içinde ters dönmüş duruyordu dipte. Sonunda birisi kapıyı çaldı. Beyazlar giyimli bir görevli, elinde bizim odadaki gibi bir kavanoz, içinde bizimkinden daha büyükçe bir balık, kapının önünde duruyordu. Ben “hemen alın balığı, hastalandı galiba” diye görevlinin elinden kavanozu alıp bizimkini verdim. Adam biraz baktı balığa ve sakin bir sesle “ölmüş bu” dedi. Ben “ama emin olamayız, bazen yüzgeçlerini oynatıyor, veterineriz vardır değil mi? Bir gösterin, o baksın” dedim. O da “ama ters dönmüş. Ölmese ters yüzmez ki” dedi. “Ama niye ölsün? Biz olağanüstü hiçbir şey yapmadık ki! Siz besliyorsunuz, değil mi bu balıkları?”
“Bugün ölen ikinci balık bu hanımefendi. Sanırım sularla ilgili bir sorun oldu bugün. Konuyla ilgileniyorlar” dedi. Ardından “yeni balığınız hayırlı olsun” deyip gitti. Elimde kavanoz, odaya girdim dalgın dalgın. “Sularla ilgili bir mesele varmış” dedim. Sevgilim benim afalladığımı görünce her zamanki gibi olayı ört-bas edip beni neşelendirmeye çalıştı. Balığa bakıp bir şamata kopardı “harika! Bak bize daha büyük ve sağlam bir balık göndermişler! Battal boy! Ooooh! Sağlamdır bu balık, öyle hasta-masta olacak göz yok bunda, baksana! Ne diyelim? Adına Battal diyelim mi bunun? N’aber lan? Battal?” Gülmeye başladım. Battal balık, ya ötekinden daha enerjikti, ya da daha panik, oradan oraya hızla yüzüyor, arada dönüp bize gözlerini dikiyor, sonra tekrar hızla yüzüyordu minik kavanozunun içinde. Onun bu haline baktıkça bize de bir enerji, bir mutluluk geldi. Ölen balığı unuttuk bir süre sonra.
***
“Off! Yine geç kaldık! Kahvaltı kaçacak!”
“Yok yahu daha yarım saat var. Günaydın canıım!
“Günaaydııın ! Dur hemen bir duşa gireyim gidelim.”
Koşarak banyoya girdim. Ilık su ve sabun kokusu beni mutlu etmeye yetiyordu sabahları. Bir de üstüne güzel bir kahve içtim miydi tamamdı! Harika bir tatil oluyordu, gerçek olamayacak kadar huzurlu, mükemmel. Mükemmel ve anlayışlı, sevgi dolu bir sevgilim, harika müzikler çalan harika bir otelde bana bu muhteşem tatili sunmuştu ve ben bütün bu güzelliklerin beni bulduğuna inanamıyordum. Bütün huzursuzluklarım, kızgınlıklarım, öfkelerim, bütün hüzünlerim şu anda gerçek olamayacak kadar uzak geliyordu bana. Döner-dönmez pazartesi günü bir toplantı vardı üyesi olduğum feminist grubun üyeleriyle. Bir yürüyüş düzenlememiz gerekiyordu, transseksüel cinayetlerini protesto etmek için, LGBT gruplara destek vermek amacıyla... Ve bütün bunlar bana şu anda uzak, çok uzak, çok anlamsız ve soyut geliyordu. Anlamlı olan, burada, bu duşun altındaki huzurum, içimde gitgide büyüyen, huzurla karışık sevgi, evimi-yurdumu sonunda bulmuşluk hissiydi sanki. Birden böyle hissettiğimin bilincine varınca utandım. İnsanlar öldürülüyordu, bu hiç de soyut bir şey değildi. Sonra umursamadım. Ne hissediyorsam oydu. Duşu kapatınca içeriden gelen sesi fark ettim. Biri su dolu bir şeyi sallıyordu. Seslendim:
“Rahat bırak balığı, ne sallıyorsun kavanozu?”
Sessizlik oldu önce. Sonra
“Yahu buna da bir şey oldu...” dedi erkek arkadaşım. Hemen bornozumu giyip çıktım banyodan. Battal, kavanozun dibinde ters dönmüş, yatıyordu sessizce.
***
“Bizim odadaki balık öldü Serra ya! İlk başta hasta sandık. Resepsiyonu aradık. Onlar da epey sallandılar gelmekte. Bak bu çok sinir bir şey, veterinere götürseler hemen balığı belki de en başta hakikaten ölmemişti.”
“Veteriner mi?”
“Bu kadar balık olduğuna göre etrafta veteriner de vardır değil mi hastanede?”
“Hayır yok. Veteriner yok hastanede.”
“E balıklar hastalanınca ne yapıyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
“Nasıl yani?”
Serra derin bir soluk alıp bir süre sustu. Sonunda bıkkın bir ifadeyle anlattı.
“Aslında bu balıklar bizim fikrimiz değildi. Biz bu oteli sahibinden kiraladığımızda, işletme olarak biliyorduk ki canlı hayvan bakmak belirli bir düzen, bir sorumluluk gerektirir. Bizim işletme mantığımıza göre bu da bir sürü işin aksamasına sebep olacaktı. Ama oteli kiraya veren adam, bu balık fikrini çok sevdi, ona göre çok estetik bir şeydi bu. Anlatamadık ki olay yalnızca estetik değil. Adam direndiği için mecburen balıkları koyuyoruz her tarafa.”
“Nasıl yani? Canlı dekor kullanmak bu resmen!”
“Aynen öyle. Adam balığı canlı gibi görmüyor, anlasana, ona göre bu bir konsept meselesi.”
“Bizim balığın öldüğü gün gelen görevli dedi ki o gün ölen ikinci balıkmış, sularda bir sorun varmış. Bir de su sorunu var demek...”
Serra bıkkınlıkla karışık gülümsedi.
“Her balığı ölen müşteriye bu söyleniyor.”
“Nasıl, yalan mı yani?”
“O yalanın söylenmesi tasarlandı ki gerçeğin vahameti gizlenebilsin. Gerçeği duymak ister misin hayatım? Bu otelde her yıl binlerce balık telef oluyor. İki-üç gün dayanıp patır patır ölüyorlar. Çöplerimiz minik balık cesedi dolu.”
Şaşkınlıkla sessiz kalakaldık bir an erkek arkadaşımla. Sessizliğimizi Serra bozdu yeniden.
“Adama da bu durumu söyledik. Adam ısrarlı. Balık da balık. Vazgeçmiyor. Dekor olarak çok hoş duruyorlarmış, otelin konseptini de tamamlıyorlarmış. Balıklar da ölüp duruyor. İkinci balığınız ne âlemde?”
“O da öldü.”
“Başka balık istemeyin. İstemediğinizi bildirmezseniz durmadan size yeni balık getirip koyarlar odaya. Konsept böyle.”
***
Kahvemi alıp, poğaçalara bir göz gezdirdim ve son sabahımızda daha ilginç bir şeyler yemeğe karar verip omlet ısmarlamaya karar verdim. Siparişimi verip yerime oturdum. Erkek arkadaşım önüne yığdığı gazetelerin ardında kaybolmuşken, ben oturunca hemen başını kaldırıp uzaktan bana öpücük yolladı.
“Hayatım sizinkiler acele etseler iyi olacak! Baksana, Selma mı ne, kim bilir gerçek ismi neydi, o da öldürülmüş dün gece” dedi.
Gazeteyi uzattı. Baktım. Bir cinayet daha olmuştu dün gece. Selma, Cihangir’de oturan bir transseksüel kadın, sevgilisi tarafından öldürülmüştü. Katil hemen teslim olmuştu. Polise verdiği ifadeye yer vermişti uzun uzun gazete. “Bütün her şey çok güzeldi, ama gitgide pisleniyordu, dayanamıyordum artık. Bize tersti abi... Namusumu temizledim.”
Serra, kocası ve çocukları geldiler, yanımızdaki masaya yerleştiler. Serra sabah erkenden kalkmış, yönetim kurulu ile beraber toplantıya girmişti, ancak sabah kahvesini içebildiğini söyledi. Elimdeki gazeteye baktı. “Hah! Adam namusunu temizlemiş! Manyaklar yaa! Abinin konsepte mi ters geldi acaba?” dedi alaycı bir sesle. Sonra elime bir form tutuşturdu.
“Al bakalım aktivist hanım! Al sana dilekçe formu. Doldur. Anlat balıkları. Sabahki toplantıda anlattım rahatsızlığı. Form doldurmanı istiyorlar. Belki elimiz kuvvetlenir şöyle kalemini çalıştırıp etkili bir müşteri mektubu yazarsan, otel sahibine karşı. Biz de baydık artık bu balık meselesinden, biliyorsun.”
Kalemi elime alıp düşünmeye başladım. Boğazımdaki yumurta gitgide büyüyor gibiydi, o pek sevdiğim müzik sinirime dokunmaya başlamıştı. İlk cümlemi yazdım.
“Balıklar ölüyorlar...”
(Bu öykü www.altzine.net elektronik edebiyat dergisinde yayınlanmaktadır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder