5 Temmuz 2011 Salı

KAYIT



Titreyen parmaklarıyla toparlamaya çalıştığı saçlarını düzeltip, tepesine gümüş bir tokayla tutturdu. Dudaklarına kırmızı rujunu sürüp, en son fularının iğnesini düzeltti. Aynaya bakıp, yanaklarını renksiz buldu. Biraz allık sürse idi...Yok, onun yaşına yakışmazdı sanki, vazgeçti. Zaten gelecek olan kız da çok gençti, ne olsa, onların yanında biraz da yaşının insanı olmak gerekir, gençliği gençlere bırakmak lazım gelirdi. Bacaklarının ağrılarını umursamamaya çalışarak, bir gayretle yerinden kalktı. Mutfağa gidip kahve için su ısıtmaya koyuldu. O esnada içeri odadan kızışmış ve asabi bir kedi sesi, onu izleyen ikinci bir kedinin canhıraş haykırışı geldi.


 “Hay allah! Durun bakayım! Ne oluyorsunuz?”

diye seslenerek odaya doğru yürüdü güçlükle. Kapalı kapıyı aralamasıyla, şişman beyaz bir kedinin pembe burnu dışarı uzandı, dışarı çıkmak niyetiyle, o esnada arkasından seyirten beyaz ve daha iri olan ikinci kediye birden dönüp korkunç sesler çıkararak patisini savurdu. Kadın ise ikisini birden ayaklarıyla içeri itelemeye çalışıyor, “Hayır efendim! Dışarı çıkmak sevdasına kapılmayın hiç! Anlaşacaksınız birbirinizle! Pakize! A-aa, sana yakışıyor mu hiç? Sus bakayım! Pamuk! Sen de biraz efendi olsana canım! Ne ayıp!” diye söyleniyordu bir yandan da. Tam o sırada kapı çalındı. Oda kapısını dışarı çıkmaya meyletmiş dişi kedinin suratına kapayıp sokak kapısına gitti.

“Buyurunuz efendim, buyurunuz! Hoşgeldiniz! Ah efendim, ne sesler çıkarıyorlar bir bilseniz! Ben de şimdi onlarla uğraşıyordum!”

İçeri giren genç kız üzüntü içinde

“Yaa! Çiftleşemeyecekler mi bunlar? Hay allah! Eh ben dedim, benimki öyle asabi ki! Olmayacak galiba!” derken paltosunu asacak biryerler aranıyordu. Kadın “Şuraya asabilirsiniz” diye bir dolabın kapağını açıp, içindeki kadife kaplı askıları işaret etti.
“Yok, bu böyle olur, biraz huysuz, şirret olur dişiler. Bizimkinin bu, affedersiniz, ikinci tecrübesi. Daha önceki Ankara kedisi de az mı uğraştırdıydı... En aşağı dört gün beklemek lazım. Belki o zaman alışırlar birbirlerine. Buyurun efendim, şöyle buyurun.”

Kız kadının ruj-toka-fular şıklığını fark etmiş, kendi özensizliğinin işareti yıpranmış kotu ile yakışıksız bir durumda kaldığını düşünmeye başlamıştı. İçeri girip bir koltuğa oturacakken uslu bir misafir gibi, birden kalkıp, “ben bir bakayım şunlara müsaadenizle” dedi, orada olmasının sebebini hatırlatmak istercesine. Kadın  bir an boş bulunup şaşırdı “Kimlere? Ah tabii, buyurun, içerdeler. Mecburen kapattım. Gece boyunca salondan dışarı çıkmamakta direttiler. Ben de salonun kapısını kapatmak zorunda kaldım. Ama sabahleyin geldiğimde hangisi yapmış bilemiyorum, koltuğun üstündeki yastığın üstüne affedersiniz çişini yapmış biri. Bunu görünce kapattım içeri ki başka vukuat olmasın.”
“Hah, protesto ediyorlar! Benimkidir! Pakize bunu birşeylere kızınca bizi cezalandırmak için yapar! Ben o yastığı alıp temizleyiciye veririm bugün, hay allah!”
“Hayır efendim, ne münaasebet, ben yıkattım bile. Belki de benimkidir, nereden biliyoruz? Siz baka-durun, ben de kahveleri koyayım müsaadenizle.”

İçerde kedilerin haline gülen ve onları sakinleştirecek birşeyler bulmaya çalışan genç kız, bir süre sonra kahvenin kokusunu duyup onları asabiyetleri ve gizli flörtleriyle başbaşa bıraktı ve salona gitti. Kadının porselen fincanlara hazırladığı kahve ve bisküvi servisine bakınca, geçmişten gelen bir esintinin salonu doldurduğunu hissedip gülümsedi kendi kendine. Koltuğa kuruldu ve keyifle kahvesini yudumlarken, kadının, önce akşam kedilerin yaptıklarından oluşan, daha sonrasındaysa o inanılmaz renklilikteki hayatının içinden fırlayan ışıltıların kelimelere sızdığı sohbetinin büyüsüne bıraktı kendini.

“Öyleyse siz almanca da biliyorsunuz.”

Kadın gözlerinde gururlu ışıltılarla,
“Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca. Ben insanlara çok meraklıydım, herkesin dilinden anlamak isterdim. Eh, birini öğrenince ötekini öğrenmek de daha kolay oluyor tabii” dedi. “Olanaklarımız da vardı, ben de yararlandım” diye ekledi neredeyse utangaç bir edayla. “Aileniz diplomat olunca, tabii”  diye onayladı genç kız. “O dönemin devlet adamları da çok önemli, tanıdıklarınız var mıydı?”-“Hitler’i tanımıştı babam...Ama biz bilmezdik, kimse bilmezdi olanları... Belki üst düzeydekiler biliyordu...”-“Belki babanız da biliyordu, size söylememişlerdi”-“Yoo, babam bilmiyordu, bilse... Babam bilse öyle yakın olur muydu? Bilmem ki...”-“Fotoğraflarınız da vardır sizin o günlerde çekilmiş...” O esnada içerden korkunç bir ses geldi, kız yerinden fırladı “O neydi öyle? Bunlar birbirlerini parçalayacaklar!” diye içeri koştu, kadının arkasından “Onlar hep öyle, alıştım artık ben, normaldir efendim” diye seslenmesine aldırmadan. Kadın yalnız kalınca yerinden güçlükle kalkıp, özenle bir dolabın kapağını açtı. Albümlerden birini eline aldı. Bu kızcağız meraklıydı, ona gösterebilirdi. İki sene önce başlamıştı bu albümleri yapmaya. O günleri yaşamışlığın verdiği tatlı esintinin uçup-gittiği yaşlılık günlerinde, anılarla yetinmek bir süre sonra pek anlamlı gelmemeye başlamış, tarihin yazıldığı o balolarda, davetlerde, kır gezilerinde, tarihin kötü kokusunun, karanlık ve puslu renklerinin içeri sızamadığı balo salonlarının ışıltılarını belgeleyen fotoğraflarını, hayatının bir kaydı olarak çekmecelerden toplamış, aldığı albümlere, tarihler, kişiler ve yer adlarını uzunca düşünerek, sayfa kenarlarına, ancak ince uçlu kalemlerle yazmayı öğrenmiş bir kuşağın sahip olduğu inci gibi yazısıyla not ederek, yerleştirmişti. O sayfalardan gülümseyen birbirinden güzel ve şık insanların soylu dünyaları, kadının gerçekliğiydi: o dönemlerde dünyayı sarmış bir karanlığın ve şiddetin çok uzağındaymışlarcasına, tam da o kanlı tarihi oluşturan bütün sohbetlerin, konuşmaların geçtiği anlarda çekilmemişlercesine, güneşli güzel günlerin fotoğrafları. Güzel bir genç kız olmanın uçuculuğundaydı hayat, bir piyanonun tuşlarında gezinen parmakların zarafetine bürünmüştü. Bir anda yanında belirip albüme eğilen genç kız kafasını farkedip irkildi. “Berlin, 1933...İnanmıyorum! Bu Hitler! Onunla...Görüşüyor muydunuz? Ee, bendeki de soru, tabii ki, o dönemin devlet başkanıydı, babanız da iş gereği görüşüyordu tabii”-“ İş gereği olan, biraz da bütün hayattı küçük hanım, hep görüşüyorduk. Bakın, yanındaki de babam. Bu benim.” –“Piyano çalıyor musunuz hala?”-“Maalesef bıraktım. Bahçeli evimizi bırakıp buraya geçerken piyanoyu da sattım. Bakın, dönemin ünlü bir alman piyanistiydi bu hanım.”- “Olanlardan ne kadar uzak görünüyor ortam...Savaş hiç olmayacak gibi sanki, değil mi?”
Kadının gözleri dalgınlaştı ve uzaklarda eskiye dair anılar arar gibi duvar süslemelerine takıldı bir süre. Sonra gülümsedi kibarca, o tuhaf utangaç edasına yeniden bürünerek: “Savaş yaşanırken, başka şeyler de yaşanıyordu ve galiba, biz başka bir dünyada yaşıyorduk...Bilmem ki?” dedi. Sonra çevrilen sayfada birşey görüp atıldı heyecanla: “Bakın, işte büyük yas günü, sefarette...10 Kasım günü. Ne ağlamak, ne ağlamak...Bir başka albümde de O’nunla fotoğraflar var, daha yaşarken. İşte şu dönemlerde de nişanlanmıştık...Bu kocam, o dönem sadece abimin arkadaşıydı, sonra nişanlandık. Ben ona hiç o gözle bakmamıştım, bilmem ki, saftık. Sonra öğrendim ki o beni hep beğenirmiş. Eh, bir sene sonra da evlendik.”-“Peki severek mi evlendiniz?” Kadın hafifçe gülümseyerek “Severek evlendik, evet, dolaşırdık beraber, evlenmeden de...Ama ben biraz küçüktüm, sonradan anladım ki sevmişim, evet, yoksa pek aklım ermiyordu daha o zaman. Bakın, bu hanım fransız sefirinin hanımı, bu da Viyana’da çekilmiş. O gün çay partisi vardı ama savaş konuşuyordu beyler, ne olacak diye...”-“Sizin pek savaş konuşur gibi bir haliniz yok burada...”-“Biz konuşmuyorduk herhalde...Bu hanımlar da Viyana’da sefirlikte çalışan beylerin hanımları.  Ve yine Hitler, bu babam, bu abim, bu da kocam.”-“Evli miydiniz bu resimde...Kaç tarihi...1941. Ee tabii, evlenmiştiniz, değil mi?”-“Evleneli birkaç yıl olmuştu. Sonrasında eşimle Paris’e gitmiştik, Nato’da görevliydi, sonrasında Brüksel...Bunlar iki oğlum, ama çok sonraları...Dragos’daki ev. İyi ki bu fotoğrafları çekmişiz, nasıl da değişti şimdi, gerek yer, gerek ahali, pek bir fenalaştı canım. Biz mi pek alışık değiliz yeni insanlara, bilemiyorum.”

Albüm kapandığında kız heyecanla konuşmaya başladı: “Bu fotoğraflar çok değerli! Hepsi tarihi belge sayılır! O dönemde Almanya ile olan ilişkileri de bir ölçüde gösteriyor, başka bir yüzünü!”

Kadın heyecanlanmıştı. Hevesle “Ben anılarımı da yazmaya başladım küçük hanım. İki sene önce bu albümleri yapmakla işe başladım, ardından anılarımı yazmak aklıma geldi. Sağolsun oğlum da arada ABD’den geldikçe bana yardımcı oluyor.”-“Yayınlatmalısınız onları! Bunlar çok önemli tarihi anılar!”-“Bilmem artık, ben yazıyorum öyle, kendim için, benden sonra ne yaparlar bilmem.”

Kız bir süre daha oturup, kedilere bakıp, “umarım yarın birbirlerine daha yakınlaşırlar” temennilerini kadına iletip, gitti. O gidince, ev birden sessizleşiverdi. Kadın anıların yorgunluğuyla bir müddet oturdu kanapede. İçerden gelen kedilerin iyice vahşileşmiş çığlıklarını duymuyordu. Bir piyanoydu kulaklarındaki, piyanonun sesi, onu çay toplantılarının, yaşanan ilk aşkın pırıltılı dünyasına götürüyordu. İlk aşkın izin verilen ölçülerdeki yakınlaşması ve sıcaklığı içine doldu. Gözleri nemlendi, yalnız kalakalmışlığına, yaşlanmanın geri dönülmezliğindeki acımasızlığın aslında bu yalnız bırakılma olmasına. Asla yalnız sayılmazdı, oğulları, torunları vardı, yazları geliyorlardı yaşadıkları ülkelerden, sonra hala yaşayan az da olsa birkaç arkadaşı vardi, yarın briç partisi vardı, biliyordu ama, yine de...

Sevmezdi böyle uğursuz düşüncelerin tutsağı olup bunalmayı. Birden kalkıp kahve fincanlarını topladı. Mutfağa götürürken, kedilerin kapatıldıkları kapıyı tırmaladıklarını ve korkunç sesler çıkararak bağırdıklarını duymuyordu ağır işiten kulakları. Yürürken, tam koridorda sendeledi, düşecek gibi oldu, “Allah allah, ayağım kaydı” diye söylenirken yerin oynadığını fark etti. “Hay allah, zelzele!” derken, bu küçük sallanmanın bitmesini bekledi, elinde fincanlar, koridorda. Şoförün bugün izinli olduğunu düşündü, kedilerin içerde olduklarını düşündü, yalnız olduğunu düşündü, herkesin çok uzakta olduğunu, kimsenin olmadığını. Minik sarsıntılar tam bittiği anda, bir oyun eder gibi, korkunç bir gürültüyle geri geldiler, öfke içinde, daha şiddetli. Evin avizleri sallanmaya başlamış, derinlerden gelen korkunç uğultulara hayvanların bağırışları, duvarlardan gelen zangırdamalar eşlik etmeye başlamıştı. Korkudan ne yapacağını şaşırdı. Ani bir kararla, tökezleyerek salona doğru geri dönerken, fincanlar elinden düştü. Sarsıntılar gitgide artarken, inleyerek masaya yaklaşmaya çalıştı. Arkasındaki büfe şangırtılar içinde devrildiği esnada, içinde defterlerinin, iki yıldır özenle yazdığı anı defterlerinin olduğunu düşündü. Masanın üstünde duran albümlere güçlükle erişti ve alıp yere oturdu, masanın yanına. Onları göğsüne bastırdı. Artık yalnız hissetmiyordu. Avize düşerken gözlerini kapattı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder