Gezi
Parkı beni bugüne kadar katıldığım başka hareketlerden çok daha fazla etkiledi,
başlarda bunun sebebinin daha öncesinde pek fazla örgütlü hareket mensubiyetim
olmaması oldugunu düşünüyordum, birçokları gibi. Bu hareket öncesinde,
“apolitik” ve eylemsiz duruşumdan, gitgide Hrant Dink cinayeti, tutuklu
öğrencilerimize destek ve sosyalbilimci meslektaşlarımızın duruşmaları
sebebiyle yavaş ve usulca sıyrılmaya başladıgımı fark etmiştim. Gitgide muhalif
duruşun içinde kendimi buldum, sendikal faaliyetlere daha fazla katılmaya
çabaladım ve bu yeni “kendim”, bazen oldukça yorucu olsa da, artık sıyrılamadığım
bir nevi gölgem oldu, beni rahat bırakmayan. Ama sanırım hiçbir hareket, Gezi hareketinin yarattığı heyecan ve “yeniden güzel şeyler oluyor” hissini,
umudu ve mutluluğu yaratmadı benim için. Fakat bu yazıyı kendimden bahsederek devam
ettirmek istemiyorum. Geçtiğimiz günlerde bir eski ögrencim, benden Bant
Dergisi için (www.bantmag.com/dergi/21) bir Gezi hareketi değerlendirmesi
istedi. Kısacık bir kaçamak tatildeydim, ama kalbim İstanbul’da kalmıştı, kafam
Gezi ile doluydu, Gezi ve çapulcular dilimde, sohbetlerimde Kaş’a kadar gelmişti,
oradaki “uzaktayız ne yapabiliriz, hay allah”çı direnişçilerin sohbetleriyle
kaynaşıyordu. Bir sabah kalktım ve yazıyı yazdım, yazdıkça daha da fark ettim
ki, bugüne kadar aldıgım sosyolojik donanımımdaki “toplumsal hareketler
kuramları”nı zorlayan, onlarla konuşan, onların formüllerine meydan okuyan, özne hakkında doğru diye bildiklerimizi yeniden eleştirel süreçten geçirmemizi dayatan bir
toplumsal dönüşüm görüyorum bu harekette. Birey olmanın, özne olmanın yeni bir
yüzünü, yeni bir dayanışmacı formülünü keşfediyoruz bu hareketle, hep beraber.
Bu yüzden heyecanım, umudum ve mutluluğum.
Ve işte o yazı:
Ve işte o yazı:
Gezi Parkı eylemleri birçok kişiyi,
tam da toplumun özellikle genç kitlesinin apolitikleştiğinin düşünüldüğü bir
süreçte, beklenmeyen kitlesel katılımlarıyla şaşırttı. Eylemler daha önceki
toplumsal hareketlerden hem katılan aktörlerin profilleri, hem eylem biçimleri,
hem de eyleme katılım sebepleri ve hareketin onlar için anlamı çerçevesinde
farklılaşıyor. Bu sebeple de bu hareketler, daha önceki toplumsal hareket açıklama
şemaları, siyasal analiz kavramlarımızla çok da anlayabileceğimiz hareketler değil.
Ortada neredeyse bulutsu bir hareket var: örgüt yok, lider yok, karar
mekanizmaları sabit değil, hiyerarşik şemalar yok, ama ortada sürekli geniş katılımlı
eylemler, kendisini ve siyasal duruşunu bu ¨hareket¨e referansla tanımlayan
aktörler var. Birçok siyasal aktör ve analist, katılımcıların büyük oranının
gençler olmasına da dayanarak, hareketi geçmişteki gençlik hareketleri ile
devamlılıkları ve kopuklukları üzerinden düşündüler, o hareketler ile karşılaştırmalar
yapılarak bu aktörlerin farkı ve benzerlikleri anlaşılmaya çalışıldı.
Ben bu
hareketi eski hareketlere göndermelerle değil,¨yeni toplumsal hareketler¨merceğinden
düşünmek gerektiğini düşünüyorum. Bu hareketin aktörleri bir örgüt çerçevesinde
hareket etmedikleri gibi, herhangi bir örgütsel yapının ve liderin altında
hareket etmeyi de reddeder görünüyorlar. Burada sabitlenmiş ve sınırları
belirlenmiş bir siyasal kimlikten ziyade, eylemler çerçevesinde biraraya gelen bir
hareketten söz etmek zorundayız. Eylemler sosyal medya üzerinden kararlaştırılıyor,
yayılıyor. Eylemlerin hiyerarşik bir karar mercii yok. Taksim Dayanışma farklı
eylemlerin koordine edildiği adres gibi görünse de, aslında eylemler bütün katılımcıların
sosyal medya üzerinden inisiyatif alabilmesi ile de örgütlenebiliyor, bu da
Gezi hareketini daha önceki hareketlerden farklılaştırıyor. Bu eylemler
kitlelere yine sosyal medya yoluyla yayılıyor ve bu şekilde kitlelerin katılımıyla
gerçekleştiriliyor. Eylemler, genellikle dayanışma eylemleri görüntüsünde olsa
da, aktörler kendilerini bir hareketin gereğine icabet etmek amacıyla
evlerinden çıkarmıyorlar, daha ziyade bireysel kararların kolektif dayanışma
ile füzyonundan söz edebiliriz, ama bu kararlar da hep ¨eylem¨ etrafında alınıyor:
eylemler, hareketin biraraya gelmesini ve devamlılığını sağlayan tek sabit değişken
gibi görünüyor.
Yapılan
eylemlerin niteliği de, yürüyüş ve Taksim’de toplanma dışında bireyin bedeni ve
kültürel sermayesi ile tekil olarak da yaptığında anlamlı olan, ama bu bireysel
eylemlerin topluca gerçekleştirildiği, mekansal merkeziliği olmayan hareketler.
Duranadam, kitap okuma eylemi, evde ve mahallede ya da o anda bulunulan yerde
belirli bir saatte tencere-tava çalmak, yolda yürürken öldürülen direnişçiler
için kendini yere atıp yatma, ve diğer örnekler burada verilebilir. Bu
hareketin aktörleri, bir hareketin gereğine boyun eğen toplumsal piyonlar değil,
öznelleşmesini eyleme katılım ile yaşayabilen bireyler olarak ortaya çıkıyorlar.
Hareketin bu karakterinin birçok aktörü kendisine çektiğini düşünmemiz gerekir.
Bu yüzden hareket her türlü hiyerarşik örgütlenmeyi en başından reddeden bir
karaktere sahip. Burada gördügümüz odur ki, liberalizmin dayattığı eski
‘atomize bireyselliğin’ yerini, ‘kolektif dayanışma olmadan birey olunamayacağını’
vurgulayan yeni öznelleşme süreçleri alıyor. Bunun sadece Türkiye’deki Gezi
Hareketi ile sınırlı olmadığını, diğer yeni toplumsal hareketlerde de görülen
bir durum olduğunu belirtebiliriz. Occupy Wall Street ve İndignados bunun
örneklerindendir. Bu kolektif dayanışma içerisinde özne olma mantığı,
neo-liberalizme büyük bir tehdit oluşturma potansiyeli taşıyan yeni bir toplum
anlayışının yaygınlaşmasını getirebilir.
Bu
hareketin bir diğer niteliği eylemler toplu gerçekleştirildiğinde emniyetin
sert ve orantısız müdahalesi ile karşılaşılıyor, ama kendisine yönelen şiddetin
aracını (silah veya aşağılama) geriye atma dışında herhangi bir şiddetli
savunma yöntemi yok. Bu hareketin temel eylem mantığı, aktörlerin kendilerine
yönelik damgalamaları karnavalesk bir yerinden etme çerçevesinde mizah ve eğlenceli
oyunlarla bezeyerek, sahibine geri göndermek, aynı kendisine atılan gaz bombasını
yerden alıp polise geri atmak gibi. Çapulcu ve ayyaş diye damgalanıyor, bu
damgaları gönüllü sahiplenip, içeriğini yeniden tanımlıyor, kendi üzerine
giyerek kendisini damgalayanı gülünç duruma düşürüyor. Otoriteyi ve hiyerarşiyi
mizah ve performatif eylemlerle yerinden etme çabaları bu hareketin
en ayrıştırıcı karakteri oldu. Bu da bu hareketin ‘yeni toplumsal hareket’
çerçevesinde düşünülmesi gerektiğini bize söylüyor. Bu performanslar ve mizah,
hareketin, daha önceki toplumsal hareketlerde gözlemlenemeyen yeni dilini oluşturuyor.
Bu sebeple daha önceki siyasal ve toplumsal hareketlere destek vermeyen, hatta
çekingen davranan bireyleri kendine çekebiliyor ve ‘apolitik’ sayılmış olan
kitleleri eylemlere kitleyebiliyor. Bu ‘apolitik’lerden ‘direnişçi’
yaratabiliyor.
Buradaki
eylemciler yüksek kültürel sermayelerinin kendilerine verdiği bir özgüven ile
hareket ediyorlar. Ancak Gezi hareketinin en önemli özelliği, bu süreç
içerisinde eylemciler kendi ‘sınıfsal-kültürel’ kibirleri ile yüzleşmeye, özeleştiriye
gitmeye başlamaları oldu. En başta iktidar ve ona destek verenleri cahillikle
suçlayan dışlayıcı hakim söylemler, yerini ‘bu kibir halktan uzaklaştırıyor
bizi, yapamayız’ özeleştirisine dönüştü. Burada aslında eski batılılaşmacı
merkez - müslüman çevre ikiliği üzerinden Türk modernleşmesi okumasının gelinen
süreçte dikkate alması gereken, merkezden dışlananların ve yeni hegemonik
aktörlerin yer değiştirmesinin sonuçlarını görmekteyiz. Batılılaşmış/kültürlüleşmiş
eski merkezi aktörlerin yeni süreçte merkezden dışlanmasının sonuçlarıyla ilk
kez bu hareket çerçevesinde yüzleştiğini görüyoruz. Eski hakim aktörler, bu
hareket içerisinde emniyet güçlerinin yıllarca doğuda sıkıyönetim içerisinde
uygulanan şiddet pratiklerinin kendilerine uygulanması sonucunda ilk kez ‘yeni
madunlar’ oldukları gerçeğiyle yüzleştirler. Bu da onlara diğer madunlarla,
Kürtler, Ermeniler, LGBT grupları, bazı Müslüman grupları, Aleviler ile omuz
omuza mücadele etmeleri gereğini dayattı. Bunun sonucunda eski hakim aktörlerin
kibrinin yerini, etnik, dini ve cinsiyete dayalı azınlıklar ile daha empatik
bir yanyanalığa evrilen bir bilincin almaya başladığını, bu özeleştirel
bilincin Gezi Parkı sonrasında kurulan Halk meclisi formlarına hakim olan yeni
bir söylemi oluşturduğunu görüyoruz. Bu yeni söylem, yeni aktörlerin sivilleştiğini
de gösteriyor: arkasını orduya veya başka silahlı güçlere dayamadan toplumsal
mücadelesini sürdürme mantığı ile hareket etmek zorunda kalan bu yeni hareketin
aktörleri, yalnızca kendisine ve kendi halkına güvenerek eyleme geçerek yoluna
devam etmek zorunda kaldığı bilinciyle yüzleşme yaşıyor. Bu anlamda bu yaşanan
sürecin Türkiye’de toplumsal mücadeleler tarihinde çok önemli bir milad çizgisi
olacağını da düşünmemiz gerekir.
Sonuç olarak Gezi Hareketi ve ona
katılan aktörleri yeni tip toplumsal hareketlerin gönderme yaptığı ve küresel
anlamda yaygınlaşmaya başlayan, kolektif dayanışma içerisinde birey ve özne
olma kavrayışı içerisinde değerlendirmek ve önemini bu çerçevede anlamak
gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder