11 Ağustos 2011 Perşembe

KASABA



Sevgili telaşe memuru arkadaşım,

Uzun bir süre oldu. O tartışmadan sonra kaçar gibi geldim buraya, o yüzden mektubundaki endişeni anlıyorum. Seninki gibi başka mektuplar da aldım, tahmin edersin, diğerlerinden gelen. Orada bırakılan kırgınlıklar değildi oysa beni yazmamaya sevkeden, burada olan birsürü gelişmeydi. Şimdi yazıyorum ama birşeyleri anlatmaktan çok beni yazmaya iten sebep, yalnızca yazma isteği. Yazmak, darmadağınık kafamı toplamaya, kendimi ve yaşadıklarımı daha net görmeye bir vesile yalnızca. Bir tür hikaye anlatma ihtiyacımı giderme çabası bir taraftan belki de –hakikaten de bunları bir öykü haline getirmek istiyorum. Neden sen ? Bilmem, bana diğerlerinden daha yakın değilsin. Belki toplumbilim okuduğun içindir.

Bu minik kasabaya ilk geldiğimde herşey oldukça güzel ve ferah görünmüştü gözüme. Yaşadığım cangıldan kaçmakla ne de iyi yaptığımı düşünmüştüm. Bir sevgilinin peşine takılıp gelinen huzurlu topraklar ve cangılın sahte büyüsüne inat püriten bir sadeliğe bırakılan entellektüel sohbetler senaryosuna kendimi iyiden iyiye kaptırmıştım. İçilen çaylar, edilen sohbetler, yazılan öyküler, okunan kitaplar, oynanan oyunlarla boyalı bu dünyanın baş aktörlerini de pek sevmiştim. Neden sonra geldi sıkıntı. Bu aslında birşeylerden dışlanmışlık hissiyle başabaş giden ve gittikçe büyüyen, büyüdükçe de sıkışmışlık hissine bürünen, boğan bir duyguydu...YAL-NIZ-DIM!

Onlar değildiler. Kasabanın ortasındaki meydanda bir kahve vardı. Tahta sandalyeleri tahta rengindeydi- ben rengarenk boyasak ya, diye önermiştim sahibi olan arkadaşımıza, o ise oralı olmamış, geçiştirmişti, ben önerimde ısrarlı olunca da böyle daha doğal ve sade, ben sevmem o sahil kentlerindeki modaları diye ağzının içinde mırıldanmıştı, ben de utanarak susmuştum, bana kalsa renkli sandalyeler olsa o asmanın altında güzel olurdu, hatta masalara da bezden örtüler konsa, ya da ne bileyim... hepsini yutmuştum, galiba zevkim “yanlış bir zevk”ti- o kahvede toplanılırdı bazı bazı. Ben de giderdim, sevgilim pek hevesliydi o akşam sohbetlerine, ben ondan daha da hevesliydim. Kendimi önemli bir anı paylaşabilmenin büyüsüne kaptırırdım, bütün o edilen edebi ve siyasi sohbetlerin derinliğinde...Daha doğrusu birileri sohbet eder, birileri dinlerdi. Ben dinlerdim. Her ağzımı açtığımda, aynı rengarenk boyamayı teklif ettiğim tahta sandalyeler konusunda olduğu gibi, yanlış sularda olduğum, ortamın dışına daha da, gitgide daha da fazla çıktığım bir şekilde hissettirilirdi, nasıl olduğunu bilmiyorum, ama bir şekilde öyle olurdu, sevgilim bunun benim kuruntum olduğunu söyler, yalnızlığıma yalnızlık katardı ama mücadele edemezdi o, huyu değildi, ne benimle, ne de beni boğan duygularımın müsebbipleriyle. Oysa ben de onlardan olmak istiyordum, da, sandalyeler bence hakikaten de böyle pek saçmaydılar... 


Böyle gecelerden birinde geldi kasabaya Deniz, elinde valiziyle, yengeç yürüyüşüyle geldi, sıkıntılı halini bırakıverdi kahvenin önüne. Hepimiz ona bakıyorduk, o da bize. Gözlerindeki soruyu sonunda bahşetti: “Kalacak bir yer, otel falan, biliyor musunuz?” Hemen masamıza buyur ettiler. Oturdu. Sigara ve çay ikramına memnun göründü. Biraz ilerdeki yanıp-sönen ışıklara takıldı gözü. Çenesiyle göstererek “Bir otel mi o?” dedi. “Yok, dediler, bizim kaçık kasabın dükkanı” Deniz temkinli bakışlarla şöyle bir süzdü önce grubu, sonra ışıkları. Sonunda gülümsedi, tereddütlü. Sanırım şaka kaldırdığını göstermek istiyordu o geride bıraktığımız şehirli serinkanlılığını bozmadan. Ben atıldım “yok, gerçekten kasap dükkanı o! Adam ışıkları seviyor. Kasaplık yapmak zorunda kalmış, n’aapsın?” Deniz “evet... Ben, diyordum, bu gece nerede kalabilirim? Bir fikriniz var mı?” diye konudan uzaklaşmaya çalıştı, gözlerini kaçırdığı gibi ışıklardan. “Yani... Sade bu gecelikse...”-“Yok aslında bir müddet kalırım!” Bunun üzerine birimizin evinde misafir kalmasındansa kasabanın o sırada boş olan misafirhanesinde kalmasının daha iyi olacağına karar verildi, ertesi gün kaymakamla konuşulur, misafirhane açtırılırdı. O gece Osman’da kalabilirdi. “Ne için gelmiştin?”-“Şey ben... Doktora tezim için saha çalışması yapmaya geldim.”-“Çok iyi. Peki konun?” –“Şehirden köye göç. Zannediyorum bu kasaba da Ankara ve İstanbul’dan bayağı göç aldı..” Bizimkiler gülümsediler “eh tam yerinde duruyorsun!” Deniz “tahmin etmek güç değil” dedi bizleri süzerek. “E tamam o zaman, şu yerleşme işlerini hallederiz, sonra bizden başlayarak yaparsın sahanı... Çabuk biteceğe benzer bu iş” diye takıldılar ona, o ise “Hiç belli olmaz” gibi tuhaf bir karşılık verdi, o zaman anlam veremediğimiz şekilde.

Deniz o gece Osman’da kaldı, ertesi gün kaymakamla tanıştırıldı, kaymakam her şehirden gelene gösterdiği yakınlığı ona da gösterdi ve hemen misafirhaneyi açtı. Tam ona bir dolu satılık dükkanı, kahveyi ve arsayı gösterip kasabada geliştirebileceği girişimci ruhunu cesaretlendirmeye soyunmuştu ki, bizim gibi kalıcı olmadığını anlamasıyla hevesi kursağında kaldı. Hele bir de öğrenci olduğunu, şehirli göçmenler üzerine araştırma yaptığını, üniversiteye döneceğini öğrenince iyice onu umursamaz bir havaya büründü.

Günler günleri takip ediyor, benim yalnızlık hissim dayanılmaz boyutlara ulaşıyor, sonra hafifleyip inişe geçiyordu. Sıkıntı ve yalnızlık gelgitlerim rahat bıraktığı zamanlarda Deniz’e yardımcı olma misyonuna soyunuyordum, belki de tam da sıkıntı yüzünden. Biryerlere ait olamayanların yabancılara yanaşmasını daha bana ilk bakışında şıp diye tespit eden cin Deniz ise erkek arkadaşıma saygıda kusur etmiyor, benimle mesafeli ve dikkatli ilişkisini efendilik zemininde sürdürüyordu, böylesi de herkesin işine geliyordu - sevgilim ilk başta kıskansın mı kıskanmasın mı bilememiş, ama gitgide yakınmalarımdan kurtulduğu için müteşekkir bile olmuştu Deniz’e. Onunla beraber kapı kapı dolaşıyor, görüşmelerini videoya alıyordum, akşamları ise kahvede grubun diğer elemanları ile beraber kayıtları izliyorduk. Sosyalbilim kökenli arkadaşların görüşülen kişilerin ifadeleri, mimikleri, göz kırpışları ve sessizlikleri üzerinden yaptıkları yorumlar, benim ertesi günkü çekim tekniğime yön veriyordu. Gitgide Deniz’in saha çalışmasının ayrılmaz bir parçası haline geldim. Bunu ise, bir gün hastalanıp onunla gidemediğimde, çekimleri İsmail yaptığında anladık: olmamıştı. Deniz çok üzüldü, çünkü önemli bir görüşmeydi, benim çekmem daha iyi olurdu, öyle diyordu...Bir işe yaramanın verdiği, uzun süredir unuttuğum, o çok eskilerden tanıdığım gurur, benliğimin derinlerinden su üstüne çıkıverdi, Deniz’in fısır fısır söyledikleri karşısında.

Ama benim kaygılarım vardı. Aşağı-yukarı şunun gibi şeyler:
“Ben böyle çekiyorum diye bu adamlar öyle düşünceli görünüyor olabilirler mi Deniz? Sen o soruyu sormasaydın ve o şekilde karşılık vermeseydin bu adamlar sana öyle hüzünlü bir tavır takınırlar mıydı? Yani demek istiyorum ki Deniz, belki biz bu adamları kendi istediğimiz gibi çekiyoruz, hüzün istiyoruz, al sana hüzün geliyor, öfke istiyoruz, öfke geliyor, senin istediğin şekle senin orada olman yüzünden geliyorlar, sorularına bile gerek yok, sadece açık tenli olduğun, şehri çağrıştırdığın için, ve sonra soruların geliyor, sonra da ben önceki geceden tespit ettiğimiz şekilde çekmeye başlıyorum, elimde bile değil, öyle çekiyorum, gözlerine zumluyorum, bir dramatik müziğim eksik! Deniz...N’apıyoruz biz?”
Deniz’in ise savunması şöyle birşeydi:
“Biliyorum, ama bu zaten görüşmenin getirdiği sorunlardan biri. Biz de tam bunu aşmaya çalışıyoruz. Sen gerçeğe yaklaşmanın peşindesin, zannediyorsun ki gökten inen ve hiç bozulmadan seni ööyle bekleyen bir gerçeklik var ama böyle birşey yok, işte bunu bir anlayabilsen, ben O’nu oluşturuyorum, O da beni...Bunu defalarca konuştuk... Etkileşimci akım...Sana verdiklerimi okudun ya, işte o makale benden iyi anlatıyor ne olup-bittiğini...”

Bu tartışmalar günlerce böyle sürdü-gitti, saha da uzadıkça uzuyordu. Deniz bir misyoner ruhuna sahipti, düşüncelerini yavaş yavaş herkese yayıyordu, biz de onun yaydığı bu etkinin altında  değişiyorduk: kendimizle ilgili tahayyülümüz bu etkileşimlerden oluşur olmuştu....

Ama Deniz sürekli “etkileşim”lerden söz ede dursun, elini değdirdiği herşeyi sanki biraz da tek yönlü olarak yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştı, karşılıklı bir değişmeden söz etmek güçtü. Neredeyse müdahale ettiği söylenebilirdi. Bunu ilk ne zaman farkettik? Emin değilim. Aysun’un kızı Sibel  miydi ilk olay? Yoksa daha öncesi de var mıydı? Önceleri herşey oyun gibiydi, Denizle oturur saatlerce konuşurlardı. Sonra Sibel birgün ortadan yok oldu. Üç gün sonra da enteresan bir grup insanla çıktı-geldi. O sıralar Deniz araştırmasının dinsellik kısmıyla ilgiliydi ve araştırdığı insanlarla “etkileşim içindeki görüşmeleri” onu inanç ve ölüm arasındaki ilişki üzerine düşünmeye sevketmişti. Bunun üzerine caminin imamıyla görüşmüş, hafiften kaçık mezarlık bekçisiyle hezeyan dolu dakikalar yaşamış, Likyalıların antik lahit mezarlarının herbirini tapınırcasına incelemiş, yıllardır kimsesiz olan, kapısı-çatısı uçmuş kilisenin duvar resimleri önünde saatler geçirmiştik. Her resmi tek tek çekmiştim, her bir detayını. İsa’nın hüzünlü gözlerine zumlamıştım, çarmıhın dibindeki havarilerin gözyaşlarına... Bunları o akşam kahvede aynı grup oturmuş irdelerken gelmişti Sibel ve “arkadaşları”. Önce sadece enteresan genç gruplardan biri zannettik onları, arayış kuşağının mutsuz çocukları işte. Ama hemen ertesi gün Deniz heyecanla bana“İşte! Bunu biliyordum! Aradığımı sonunda buldum!” diye haykırararak anlatmaya başladı: daha sonraları birçok kez tekrarlanacak şekilde, muhakkak rastlamayı beklediği bir sosyolojik olguya hakikaten de rastlamıştı. Sibel ve arkadaşlarında tam da sahada aradığı şeyi bulmuştu: yeni bir kutsal inanış. Bu yeni inancın ölüm düşüncesini merkeze alması ilginçti. Ölümden devşirilen yaşam, yani her dinde olan o temel düşünce, burada biraz daha abartılı bir şekle bürünmüş, bütün ritüellerin dayanak noktası olmuştu. Bu gençler, herşeyin öldüğü bir dünya fikrinden heyecan duyuyorlardı, zira çevrelerindeki ölülerden oluşan bir dünyaydı, buna alışmak ve bununla uyumlu bir yaşam çerçevesi oluşturmak zorundaydılar, öyle diyordu Deniz. Din, diye haykırıyordu, dünyevi olanın göreceliğine dayanamayan insana sarsılmaz ve sağlam bir gerçeklik sunmasıyla destek olur, ancak bunu sunabildiği ölçüde yaşatılır, diyordu, geçici ve göreceli gerçeklikle kuşatılmış insan, din yoluyla Tek olan gerçeğe eriştiğini hisseder. Ölüm tabii, ölüm ya, diyordu sonra, kanserin kol gezdiği, hormonlu yiyecek depoları ve trafik kazalarıyla bir toplu mezara dönüşen şehirlerden kaçıp buraya sığınan, yine de kanserden kurtulamayan, kemoterapi olmayıp birtakım otlarla kür yapan anne-babaların mutsuz çocukları! Onlar bu doğaya dönüş safsatasının aslında onları kovalayan ölümden bir kaçış olduğunu pekala biliyorlar. Ve her yanlarını kuşatan bu ölüm düşüncesini ebeveynleri gibi görmezden gelmek yerine ne yapıyorlar? Ona tapınıyorlar! Hormonsuz gıdalarla beslenmeye metelik vermeyip, bütün bu hezeyanla dalga geçip, ölüme tapınıyorlar! Ölüm, onların tek gerçeği, tek sarsılmaz, sorgulanmaz, göreceliklerle kuşatılmış yaşamlarının tartışılmaz ahlaki değeri! Ortam da onlara uygun zaten,Deniz bunu söylerken çevremizi kuşatan antik Likya mezarlarını kastediyordu, kasabanın arkasında neredeyse bir lahit tarlası vardı. Yetmezmiş gibi bazı evlerin bahçesinde, yolların orta yerinde de insanın karşısına çıkan, bir süre sonra artık görmeden yaşamaya alışılan lahitler.

Yerli ahali onlara aldırmazdı, sanki mezar değillermiş gibi beraberce yaşayıp giderlerdi, Likyalıların özenle yaparak herbirinin başına mezar koruyucular atadığı bu lahitlerin bazılarının binyıllar sonrasında içinde hazine bulma umuduyla kırıldığı da olmuştu. Şehirli göçmenler ise onlarla dipdibe yaşamaktan heyecan ve gurur duyarlardı ancak. Velhasıl ölüm her yerdeydi. Ölüm, kültürüydü buranın. Ölüm tabii ki merkezde olmalıydı, bunu Sibel’le konuşunca anlamıştı, Sibel ile ölümü konuşmuşlar ve onun soğuk nefesini yaz sıcağını serinleten bir tanrı nefesi gibi duymuşlardı enselerinde, ne harika, ne heyecan vericiydi tanrım! Deniz’e tuhaf tuhaf baktığımı hatırlıyorum o böyle haykırırken. İyice tuhaflaşmıştı bu çocuk...

Sonra Sibel yine ortadan kayboldu. Birgün Aysun oflaya puflaya kahveye geldi ve “Bu kız artık iyice çığrından çıktı! Yok işte, yine yok, öyle alıp-başını gidiyor. Ne yapayım, nasıl ulaşayım bilmiyorum, Deniz sen bir konuşsana, yaşça ona daha yakınsın, hem bir de bu meseleleriyle de başa çıkamıyorum ben. Ölüm-mölüm, ürküyorum yaa, paniğe kapılıyorum.”  Deniz gözlerini kaçırdı Aysun’dan, bu da benim gözümden kaçmadı.

Sibel’e ne olduğunu bildiğini hissediyordum. O günden sonra her gece gidip denizin ortasındaki lahitin ay ışığındaki silhuetine bakar olmuştu. Ne olduğunu anlayamıyordum, ama birşeyler değişiyordu, hissediyordum. Sibel’i arayan polis, hiçbiryerde izini bulamıyordu. Bir hafta olmuştu ve hala daha, Deniz lahit mezara gidip saatlerce öylece bakıyordu her gece. Ben de her seferinde gizlice onu takip ediyor, o kalkıp-gidene kadar da saklandığım kayanın arkasında bekliyordum. O gecelerde, korktuğumu hatırlıyorum, çok korktuğumu, ama bir yandan da ağladığımı, korkudan değil ama, sadece yalnızlıktan, aşktan ve yok olma isteğinin ağır basmasından. Deniz’e aşık olduğumu söylememe gerek var mı? Çoktan tahmin etmişsindir. Peki bunu onun da, herkesin de bildiğinden emin olduğumu ve kimsenin umurunda olmadığını söylesem? Sen yokmuş gibi yaşamanın yok olmaktan daha acı olduğunu bilir misin?
Birgün kocasını yeni kaybetmiş bir şehirli göçmenle yaptığımız mülakattan sonra bana dönüp şöyle dedi: “Yokmuş gibi hissetmene gerek yok.” Damdan düşer gibi söylenen bu sözün ağırlığı, sıcağın ağırlığından da beterdi. Ben sustum öylece. Dilim tutulmuş gibi denizdeki lahite dikmiş gözümü bakarken, bir anda tam da o taraftan bir çığlık geldi. Koşarak aşağı indik ve bir gencin denizden çıkardığı bazı şeyleri kıyıya taşımakta olduğunu fark ettik. Daha dikkatli bakınca donup kaldım: bunlar Sibel’in giysileriydi, şu işte kırmızı tişörtü, bu da beyaz şort, ayakkabıları... “Nerede buldunuz bunları?”- “Orada, lahitin içinde!” Olduğum yere çöktüğümü hatırlıyorum. Neden sonra cesaret bulup Deniz’e kaldırdım gözlerimi, o ise hiçbirşey söylemeden yine denizin ortasındaki lahite bakıyordu, yüzünden birşey çıkarmak imkansızdı, yalnızca polise bakarken düşünceli ve sıkıntılı bir anlatıma bürünüyordu.

Sonraki günler polis lahitlerin içlerini tek tek araştırmaya koyuldu ve Sibel’in arkadaşlarının eşyaları bulundu diğer lahitlerin içlerinde. Çocukların giysileri lahitte olmayan bir ölüye giydirilmiş gibi pozisyonlar verilmiş şekilde bulunuyordu. “Biraz rahat bıraksalar” diye tepiniyordu bu arada Deniz, “biraz kendi haline bıraksalar insanları” yeri tekmeleyerek çocuk gibi inatla söyleniyordu. Ben buna inanamıyordum, gitgide öfkelenmeye başlamıştım Deniz’e, sonunda bir gece oturup uzun uzun tartıştık, hatta kavga ettik. Ben çocukların ölmüş olabileceklerini tekrarlayıp duruyordum hezeyan halinde, o ise beni duymuyor gibiydi. Yaşamın kısıtlılığından, engellenmemesi gerektiğinden söz eden birşeyler anlatıyordu. Sonunda bana bağırmaya başladı  “Sen mesela şimdi yaşıyor musun yani? Peki yaşıyorsun da ne oluyor? Bir bak kendine yaa, bir bak!” Ertesi gün gelip kapımı aşındırdı, gönlümü alabilmek için, özür üzerine özür diledi. Ama gözlerimin şişliği herşeyi açıklıyordu:  bence Deniz “etkileşimciliği” fazlasıyla yanlış anlamıştı. Artık O da biliyordu: yarayı açmıştı bir kez, hem de belki en haksız ve sert darbeyle. Onu affetmiş göründüm, ama bilirsin, gülümseyen bir yüz kimseyi kandıramaz bazen.

O gün kasabanın rıhtımı, haberi duyup atladığı ilk tekneyle soluğu burada alan bir gazeteciler ordusuyla doldu. Sonuçta Sibel’in gazetelerdeki S olduğunu tahmin etmişsindir çoktan, bundan sonrasını sen de herkes gibi biliyorsundur: bir seri cinayetler zinciri bekleyen polis ve basın, Sibel ve arkadaşlarının öteki koydaki mağarada çıplak bir şekilde, ne yaptıklarını kimsenin tam olarak anlayamadığı bir pozda ama capcanlı bulunmaları üzerine nedense daha da dehşete kapılmış, spekülasyon üzerine spekülasyon yapılmış, ama sonrasında herkes için bu konu yavaş yavaş kapanmıştı...Bir tek kişi için hariç: Aysun. O hiçbir zaman Deniz’i affetmedi. Sibel ve arkadaşları için ise hayatın o acılı dönemeçlerinden biri başlamıştı: artık her işlerine burunlarını sokacak bir “büyük”ler ordusu vardı etraflarında. Yaptıkları, yaşadıkları her ne idiyse, bu konuda ağızlarını bıçak açmıyordu. Ama ben, Deniz’le yaptığım konuşmaların da etkisiyle yavaş yavaş şuna inanmaya meyilliydim: her ne yaşadıysalar, o artık geri dönmemek üzere terk ettiğimiz saflık topraklarında yaşamışlardı. Öyleyse konuşmamakla iyi ediyorlardı. Çünkü onları anlayamayacak kadar uzaklaşmışız meğer o dünyadan. Bu olay ve sonrasında çocukların bir tür cendereye alınmaları beni çok etkilemişti. Bizim kurallardan kaçmak için sığındığımız bu “doğal ve özgür” dünyada çocuklar bunun yapaylığını suratımıza vurmuşlardı en acı biçimde, ama o anne-babaların hiçbirinin elinde değildi. Evet, yasaklar zinciriyle kuşattılar çocukları, tiksinerek kendilerinden, korkarak yapabileceklerinden. Bunaltarak kendilerini de çocuklarını da. Sıkıntım büyüyordu onların bu ikiyüzlülüklerini gördükçe. Geceler boyu sohbetler, okumalar, tartışmalar, yazıp-çizmelerle ince ince örerek kurmaya çalıştıkları o “özgür ve bağımsız dünya”ları bir günde tuz-buz olmuştu. En otoriter kurallarla çocukları disipline etmeye çalışmaları, her fırsatta eleştirdikleri ve çocuklarını göndermeye karşı çıktıkları eğitim kurumlarındakinden beter bir hal almıştı. Ve hakikaten de ellerinde değildi. Mutsuzdular. Hepimiz mutsuzduk artık. Akşamları kahveye gitmez olmuştum.

Deniz’in bu olup-bitenlerle ilişkisi vardı tabii, Aysun’un zannettiği kadar doğrudan olmasa da, “etkileşim” (?) bağlamında, birşeyleri gizli yuvalarından çıkarmıştı ve serbest kalmalarını sağlamıştı anlaşılan. Her ne yaptıysa, bunların bir gerçek açılımını yayınlayacağı tezde okumayı umut ediyorum. Çünkü beni bu işe karıştırmama konusunda oldukça özenli davrandı, itinayla beni o konudan uzakta tuttu, bu konuda hiçkimseyi aydınlatmadan sahasını bitirip gitti. Dolayısıyla ne lahitler, ne de giysiler konusunda hiçbirşey bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: çocuklar için çıplaklık bir şekilde nasıl saflığı temsil ettiyse, benim sorunuma yaptığı o acımasız müdahalenin sonucunda geldiğim yeni noktada aslında bir şekilde “giydirmek”ti benim için saflık ve özgürlüğün simgesi.

Deniz gittikten sonra karar vermem çok uzun sürmedi. Bir süre uykusuz-gözü yaşlı geceler geçirdim. Sonra Ahmet’i terk ettim. Daha sonra öteki koya gittim, çocukların bulunduğu mağaranın ve birkaç sefil balıkçının olduğu koya. Uzun pazarlıklardan sonra kaymakamın da araya girmesiyle sağdaki balıkçı restoranı için iyi bir anlaşma yapabildim. Zeytinliklere sırtını vermiş, denizin oluşturduğu minik kumsalın üstüne yapılmış, beyaz kerpiçten, bildiğin, Akdenize özgü bir evcik. Ve bil bakalım: içerisi tahta sandalyelerle doluydu tabii ki. Derhal kasabaya indim, biraz sonra aldığım boyaları nalburun çırağıyla minik bir motora taşıyorduk. Motorcu beni koya getirdiğinde meraklı meraklı baktı bir müddet, gitmeyip, ne yapıyorum diye. Ben içerideki tahta sandalyeleri açık havaya çıkarmaya çalışırken koşup geldi yardıma. Sandalyeleri rengarenk boyamaya koyulur koyulmaz da baktım yan restoranın garsonları koşarak geliyorlar, dertleri başka tabii:“Yardımcı olsaydık abla, hayırlı olsun...Şimdi... Ne olacaktı burası?”. Deniz deniz kokuyordu hava, boyanın kokusuna karışık. Elbirliğiyle bitirdik o akşamüstü sandalyeleri, sonra hep beraber yedik akşam yemeğini. Birkaç hafta sonra ise tabelayı da asmıştım: “Zeytin Kahvesi”!

Tamam, bu “kendini bulan kadın” hikayelerine karnın tok, biliyorum, belirli bir yaştan sonra hepimizin tok. Ben yalnızca bu süre zarfında olanları anlatmak, bir de sana “Zeytin kahvesi”nin ve yanındaki balıkçı aile ile birleşerek kurduğumuz pansiyonun kendi elcağızımla hazırladığım bir broşürünü göndermek istedim. Belki diğerlerine de gösterirsin ve hep beraber geleceğiniz tutar. Çevrene de yayarsan sevinirim. Ne bileyim, sonuçta para falan da kazanmak lazım, değil mi? Müşteriler mi? Kahvenin daha pek fazla müşterisi yok, biraz sapa kalıyor. Daha çok akşamları balık lokantası muamelesi yapılan biryer haline geldi, ama aslında pansiyondan kazanıyorum.  Gelen burada kalıyor, zaten başka kalacak yer yok. Deniz de yazdan yaza geliyor, şimdilerde hoş bir kız arkadaşı var, ben kaynanalık etmedikçe iyi geçiniyoruz. Kahvenin daimi müşterileri de pansiyonda kalanlar aslında, “şehirli göçmenler” arada balık yemeğe geliyorlar, arada bir de bir-ikisi akşamüstü oturmaya geliyor, ama onların kahvesi hala meydanda, akşam yemek sonrası randevuları varmış gibi kaçıyorlar o tarafa. Yani buranın çok entellektüel muhabbetler edilen biryer olduğunu iddia edemeyeceğim. Ama bütün bunların dışında, çok özel bazı müşterilerim var ki onların sayesinde, güneş batımları neredeyse bir ayin gibi yaşanıyor: “yitirilmiş saflık” topraklarını burada yaşamaya gelen Sibel ve arkadaşları –burası izin alabildikleri yegane kaçamak yerleri. Ölümden vazgeçtiler, artık güneş çocukları onlar! 

İşte böyle, sevgili arkadaşım. Herkese selamlarımı ilet, ve inan kimseye de bir dargınlığım yok, bunu herkese söyle lütfen. Burada denizin inanılmaz bir mavisi var, zeytin ağaçlarının pırıltısıyla birleşip silip-süpürüyor her türlü hüznü. Tavsiye ederim.

Sevgiler

* Bu öykü daha önce www.altzine.net'de yayınlanmış, elektronik arşivlere erişimde sorun yaşandığından tekrar burada yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder